<$BlogItemBody$

Alim Yetiştiren Aile
Ali Ulvi Bey, 1922 yılında Konya’da, şehrin meşhur âlimlerinden Hacı Veyis Efendi’nin torunu, İbrahim Efendi’nin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlim, irfanla yoğrulmuş böyle bir çevrenin; alimi,ilmi yok sayan yeni bir döneme geçişte yaşadığı sıkıntılara şahit olmuş. Kur’an öğretimine izin verilmediği sıralarda büyük gayretlerle hafızlığını tamamlamıştır.
Merhum güzelliğini,kemali iyi bir aileye ve yüce bir civara (komşuluğa, çevreye) borçlu idi. Ailesi dindar ve ilim ehli bir ailedir. Kendine örnek edindiği amcası, kamil insan Hacıveyiszade Mustafa Efendi Konya'nın bir dönemine damgasını vurmuştur. O kardeşi İbrahim Efendi gibi hicret etmemiş zorluklar içinde hizmetini Konya'da sürdürmüştür. Fakat o dönemin zorlukları ile kendini aşacak bir evlat yetiştirememiştir. İşte İbrahim Efendi'nin hicreti nesil yetiştirme yönü ile faydalı olmuş ve bayrağı temsil edecek bir güzel insan ortaya çıkmıştır. İbrahim Efendi'nin Şeyhi Fahri Kulu hicrete tam destek vermiş "Benim çocuklar bu imkanlar içinde ancak esnaf oldular." demiştir.
Beslendiği Damar
Evet kalanlar da gidenler de Allah'ın hikmeti ile hareket etmiş görevlerini tamamlamışlardır. Ali Ulvi Kurucu ilim silahını kuşanıp zorunlulukla terk ettiği topraklara ömrünün son döneminde sıklıkla gelmiştir.
Ve şimdi ilminin zekatını Hatıraları ile vermektedir. Ali Ulvi Bey’in seksen yıllık hayatının her ânı dolu dolu geçmişti. Bu bakımdan, geçtiğimiz günlerde Kaynak Yayınları’ndan çıkan Ertuğrul Düzdağ'ın hazırladığı ‘Hatıralar’ı son derece önem taşıyor. Son yüzyılın yazıl(a)mayan tarihine ışık tutacak değerli bir kaynak ve ilim ışığında yürümek isteyen genç kuşaklara yol projektörü eseri sevap hanesine yazılacaktır inşallah.
Üç nesil alim ailenin kitabı olamayı hak eden eser hatta daha da gerilere götürülebilir. Hadimi Efendi ile başlayan son dönem Konya civarı manevi aydınlanması Büyük Nakşi Şeyhi Halidi Bağdadi Hazretleri talebesi Memiş Efendi eliyle Muhammed Bahaddin ve evlatları Zeynelabidin,Rifat ve Ziya Efendilere ; onlardan Fahri Kulu, Hacı Veyis Efendi; Bu muhteremler eliyle de Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ve İbrahim Efendilere ve son dönemde Ali Ulvi Kurucu Efendi'ye bayrak teslim edilmiştir. Ali Ulvi Bey İstanbul ile de dirsek temasında bulunmuştur. Zaten İstanbul'da bulunan Nakşi şeyhler de halidi kolunun pınarlarıydı.
Bu güzel insanları andığımızda bu yüzyılın başındaki bir "okul" denemesini hatırlamak gerekiyor: "Islah-ı Medaris" 1900 yılları başında açılmış bugün ciddi şekilde incelenmesi gereken iyi bir nesil ortaya çıkarmıştır. Ne acıdır ki mezun bile vermesine müsade edilmeyen okul bugün bile bizlere başlanması gereken bir noktayı işaret eder.
Dün olmadığı gibi bugün de boş olmayan yeryüzünde acizane Konya yerelinde ki ve İstanbul'da ki hala akan damarları tanıyorumü, Elhamdulillah. Rabbim cümlesinden faydalanmayı nasip eylesin.
Hicret
Seksen yıllık hayatının ilk on sekiz senesini dünyaya gözlerini açtığı Konya’da geçiren, altı yıl Kahire’de tahsil gören âlim, şair ve gönül adamı Ali Ulvi Kurucu
Baba ve dedesi gibi bir âlim olarak yetişebilmesi için ailece Medine-i Münevvere’ye yerleşmişlerdir. 1938 yılında ailesiyle birlikte Medine’ye göç ederler. Çocuklarını okutmak için Türkiye’den gitmek zorunda olan İbrahim Efendi, Ali Ulvi’yi Hafız yaptıktan sonra Kahire Ezher Üniversitesi’ne gönderir. Bitirdikten sonra da Medine’de önce Evkaf Dairesi’nin inşaat ve sicilat emini olarak çalışır. Daha sonra Sultan Mahmud’un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi’nde çalışan Ali Ulvi Kurucu, emekli oluncaya kadar da Arif Hikmet Kütüphanesi’nde çalıştı.
Şahsiyeti
Göreni cezbeden yapısıyla, insanlar üzerinde ciddi tesirler bırakan Ali Ulvi Kurucu, Peygamber nezaket ve nezafetini sergileyen gönül dostu, Peygamber aşığı, alim, fazıl, edip ve şair bir kişiydi.
“Bugün hemen hemen kaybolup gittiğine yandığımız Osmanlı Efendisini, onun iman, irfan, ahlak ve bilgisini, kibarlığını, nezaketini, itidal ve basiretini, gönül zenginliğini, bu zâtta gördükten sonra, acaba diyorum; milli şahsiyetimizi koruyabilmek için, elli yıl önce, milletçe Medine’ye mi göç etmeli idik.”(Gecelerin Gündüzü/Nurlu Belde Medine’den Yazılar: s.9, Marifet Yayınları, 1994)
Hayrettin Karaman:
"İrşad nesli" derken bugün insanımızın muhtaç olduğu ama sayıları gittikçe azalan bir "İslam âlimi" tipini kastediyorum. Bu âlimler yalnızca bilgi vermezler, eskilerin feyiz dedikleri bir manevî etki ile muhataplarını eğitirler, onlarda sağlam inanç, güzel ahlak, yüce duygu ve düşüncelerin oluşmasına katkıda bulunurlar. Bunu da hem kalleri (sözleri) hem de halleriyle yaparlar. Söze besmele ve hamdele ile başlarlar, Peygamberimizi yalnızca adıyla anmazlar (hatta adını söylemeyi bile edebe aykırı bilirler), O'nu andıklarında mutlaka salavât okurlar, sohbetlerini âyetlerle, hadislerle, büyüklerin sözleriyle (kelâm-ı kibâr ile), örnek insanların menakıbı (örnek hayat hikayeleri) ile süslerler, ibadet zamanı gelince, mescide gidilemeyecekse namazı cemaatle kıldırırlar, az güler, çok ağlarlar, neyi, nerede, nasıl söyleyeceklerini iyi bilirlerdi...
Merhum, işte bu irşad neslinin son örneklerinden biri idi.
Birlik ve cihada devat ediyordu:
Ali Ulvî Kurucu'ya göre hem bir ülkede yaşayan müminler hem de bütün İslam dünyası arasında birlik, güçlenmemizin, bağımsızlığımızın ve medeniyetimizi yeniden inşanın olmazsa olmaz şartları arasındadır. Dün olduğu gibi bugün de müslümanların bir medeniyyet dâvaları vardır, olmalıdır. İslam dünyasında birliğin, gücün ve yeni bir cihad hamlesinin rehberi olmak da Osmanlı'nın çocuklarına düşer. Aynı tezi savunan Senûsî'nin kitabını, Asırlar Boyunca Parlayan Nur adıyla tercüme etmesi de bu düşüncesine başka düşünürlerden destek arayışıdır. Birlik, cihad ve inşa konusundaki duygu ve düşünceleri şu mısralarında yıllarca yaşayacaktır:
(Birlik)
Kur'an bizi hep birliğe davet ediyorken
Ayrılmanız İslam'a büyük darbe diyorken
Sen ben diye bin parçaya ayrılmadayız biz
Her çevresi düşmanla sarılmış adayız biz
Birleşse eğer gayede ruh önderi erler
Dâva o zaman bak ne takâmülle ilerler
Ferd zümreyi temsil edecek hale gelince
Dâvaya fedâ olmayı din borcu bilince
Her müslümanın böyle geliştikçe şuuru
Dünyalara tekrar yayacak dindeki nuru...
(Medeniyet)
Bir ülke cihad ruhunu Kur'an'da bulursa
Ruh önderi Peygamber-i zî-şân'ım olursa
Yüzyıllara hükmeyler ilâhî değeriyle
Çağlar medeniyyetlerin en şâheseriyle...
Her yükselişin tek yolu imanla ilimken
Her sâhada hakim yaşamak hakkı bizimken
Cehlin niye biz kapkara kâbûsuna daldık
Öz cevherimizden nice yüzyıl geri kaldık
Din çağlayanından hız alan hak medeniyyet
Tûfan kesilen bâtılı altüst eder elbet...
(Cihad)
İslam'da cihad farzların üstündeki farzken
Uğrunda savaşmak değil, ölmek bile azken
İmanı kızıl tehlike tehdit ediyorken
Bir kan seli halinde hız almış gidiyorken
Her iş bityor sanma sakın nafilelerle
Dâvayı yaşatmakta bütün hızla ilerle...
(Osmanlı mirası)
İman selinin çağlayışından hız alanlar
Her yükselişin feyzini Kur'an'da bulanlar
Fâtih'lerin imanına vâris çıkacaklar
Yol vermeyen engelleri mutlak yıkacaklar
Cihanı bayrağı altında toplayan devlet
Fetihle koskoca tarihi dolduran millet
Yavuz Selim gibi heybette bekliyor öncü
Büyük hedeflere matûf asırlar aşma gücü
Müceddid ve mütefekkir şairler halkasının son temsilcilerinden olan merhum hakkındaki yazımı/konuşmamı, onun aziz hatırasına armağan ettiğim şu şiirimle noktalamak istiyorum:
Ali Ulvî Kurucu'nun Hatırasına
Yarabbi, karanlık engin denizde
Kaptansız, fenersiz bırakma bizi
Vahdetin bir izi kalmadı bizde
Bize rehber olsun Resûl'ün izi
Resûl'ün müjdesi müceddidler var
Nurunu taşırlar nesilden nesle
Ümmet zayıf, mağlup, gülüyor ağyâr
Silkinmek istiyor bir güçlü sesle
Yûnus ve Mevlânâ ne güzel sesti
Derinlere çekti satıhtan bizi
Nice sular aktı, rüzgârlar esti
Yâdelde yitirdik biz kendimizi
Âkif "Korkma sönmez..." derken ocakta
Hindistan'da İkbal "Uyan" diyordu
Ârif Nihat, Ali Ulvî kucakta
Bayrağa bir hilal indiriyordu
Işığı Doğu'dan getiren nâsir
"Büyük Doğu" büyük diyen bir şâir
Diriliş şâiri, olsa da nadir
Ümmet şairinden mahrum değildir
Erlerin himmeti dağları yıkar
Kafa ve gönülde inkılâb olur
Onlar gönülleri nurunla yıkar
Çeşmelerden akan zülâl âb olur
Şiirde, nesirde ve düşüncede
Yağmur verAllah'ım, müceddidler ver
Durmayıp koşalım gündüz gecede
Rabbim nurdan mahrumkalmasın bir yer
(Hayrettin Karaman/5-3-2003, İst.)
Safahat’ı ezbere bilen ve Akif gibi şair olmayı Cenab-ı Hak’tan isteyen Kurucu’ya, yazdığı şiirlerinden dolayı II. Akif denmekte.
Şâirdi:
Ali Ulvî Kurucu, çok sevdiği ve örnek aldığı M. Akif vâdîsinde bir şairdi. Âkif gibi o da şiir sanatını, sanat yapmak için değil, bir ulvî gayeye hizmet etmek için kullanıyordu. Kullanıyordu, çünkü Kur'an-ı Kerim şiirin ve şairin iyisinden bahsediyordu ve Fahr-i âlem de şiir dinliyordu:
Bütün insanlığa rehber olarak gönderilen
Zat-ı kudsîsine en üstün ilimler verilen
Fahr-i âlem bile dinlerdi ilâhî şiiri
Çünkü her mısraı baştanbaşa Hakk'ın zikri
Hak seven, hak gözeten şairi takdir ederim
Böyle tarif ediyor şâiri Kur'an-ı Ker'im
(İkbal'in Hayatı, s.19)
Ona göre şairler -Kur'an'ın dediği gibi- iki çeşittir: "İlâhî tecellîlere erişmiş şairlerce hayat, bir takım nasipsizlerin dediği gibimechûle giden, ufku hicranlarla dolu, ümitsiz ve emelsiz bir yol değil, bilakis baharında hazan olmayan yemyeşil cennetlerin gül bahçelerine çıkan nurlu bir merdivendir:
Müslüman ırkıma Peygamberim açmış bu yolu
Ufku güllerle, çiçeklerle, meleklerle dolu.
Onun dostlarından ve İslam insanının seçkin örneklerinden Ebü'l-Hasen Nedvî ile bir sohbetini aktarırken, İslam âlemine musallat olan küfrün baskısından müslümanları kurtarmanın tek yolunun islâmî uyanış olduğunu, bu uyanışta şiirin, şâir ve ediplerin misyonunu şöyle ifade ediyor: "Bu da, hız ve feyzini Allah ve Resulullah aşkından alan iman heyecanını, milletin ruhuna nakşetmekle olacaktır. Bunu da ancak, İslam dâvasına gönül vermiş olan edip ve şairler yapacaktır... İmanlı bir gönülden fışkıran alev bestesi bir mısrâ'ın, gönüllerde uyandırdığı heyecanı, iman ruhundan mahrum ciltler dolusu eser uyandıramıyor." (İkbal'in Hayatı, s. 13).
İkbal'in şiirini anlatırken kendi şiir anlayışını da şöyle dile getirmiş oluyor: "Artık bu kadar derin bir kültüre, bu derece olgun bir iman şuurunasahip olan İkbal, pek tabiidir ki, solucanlar gibi toprak ve çamurlar içinde bocalayanbazı şair taslaklarınıno boğucu muhitine giremez, aşağılık seviyelerine inemez. O istiyordu ki, yüksek şiiri ilemuztarip insanlığı kutsi âlemlerin nurlu ufuklarına yükseltsin; insan cemiyetlerine kemal cemal âleminden kucak kucak huzur ve saadet, iman ve fazilet getirsin" (s. 17).
Düşünürdü:
Ali Ulvî Kurucu bir mütefekkirdir. İslam âleminin derlenip toparlanması, birleşmesi, İslam medeniyetinin yeniden inşası, bu yüce amaca ulaşmada dinin ve insanın rolü ve bu insanı yetiştirmenin yolu üzerinde dikkate değer düşünceşleri vardır:
"İkbal, insanı insan eden cevhere sesleniyordu. Rönesanslar yapacak bir milletin fertlerinin de her şeyden evvel ruhlarının her türlü esaretten kurtulması lazımdır. Zira millet fertlerinin ruhlarına çöken gaflet kâbûsu ancak bu dalgalanan vecdin heyecanıyla silinebilirdi. İkbal, aynen bizim Âkif gibi, idealinin ruhu olan büyük aşkını sadece bugünkü neslin değil,yarınki nesillerin de ruhuna uygun "mükemmel insan" yetiştirme mektebi olarak hazırlıyordu." (s.11).
Ona göre Batı, İslam âlemine hakim olmak için önce müslüman fertlerin psikolojilerine yönelmiş, milletine yabancılaştırdığı işbirlikçileri sayesinde müslümanların kimlik-kişilik şuur ve duygularını zayıflatmış, onlara aşağılık duygusu aşılamıştır.
İmana saldırmayı meslek edinenler
Hâlâ buna rağmen yine aydın geçinenler
Asla bu asil millete önder olamazlar
Fikrî kölelikten ebedî kurtulamazlar
Bugün müslüman münevverlerin (başta şair ve ediplerin) yapmaları gereken şey, İslam iman ve medeniyetine dayanarak müslüman şahsiyetini yeniden inşa etmektir. İkbal, Elmalılı Hamdi Efendi gibi kendini iyi bilen, ötekini de hakkıyla öğrenmiş ve kavramış olan mütefekkirler bu inşanın mimarları olacaktır (s.20-21).
Mütefekkirmize göre "Fransız Büyük İnkılabından sonra sinsi bir şekilde dünyanın dört köşesine yayılan dinsizlik ve din düşmanlığı cereyanı uzun yıllar insanlığabüyük zararlar vererek devam etti. ..Bu felaketlerinen fecilerinden birisi, tarihin uzun ömrü boyunca benzerine raslamadığı, insanlık için en korkunç bir tehlike olankomünizmdir. Binaenaleyh komünizmin en amansız düşmanları da dindarlardır. Zira komünizm mantarının kolayca başgöstereceğiçöplükler, din nurundan ve mukaddesat mefhumundan mahrum olan o, ufku boydanboya hüsran bulutlarıyla kapalı bulunan bedbaht ülkelerdir.Bugün bütün hür dünya bu derdi, devasıyla birlikte idrak etmiş bulunuyor... (Zulmeti Yıkan Nur, s. 5). Materyalizmin his ve fikirlerin, ruh ve vicdanların derinliklerinde açtığı yaraların ıztırabıyla kıvranan beşeriyetin bugün kendisini dinin o huzur ve saadet kaynağı olan müşfik kucağına atmanın ilâhî heyecanı ile çırpınmakta olduğunu görüyoruz... Mesela Avrupa ve Amerika'da dinden, ruhtan ve Allah'tan bahseden eserlerin sayısı günden güne çoğalmakta, muharrirler, edipler, şairler yazılarına dini bir veche vermekteler. Bugünkü Hristiyanlıkla tatmin olmayıp da hak ve hakikati arayanlar yüce dinimize ve bilhassaPeygamber Efendimize ait eserlerin mutalaasıyla İslamiyetle müşerref oluyorlar....Memleketimizde dini mevzularda yazılan eserlerin her gün daha ziyade kitap evlerinin vitrinlerini süslemekte olduğunu göğsümüz kabararak şükran hisleriyle görüyoruz..." (s.8-9).
Ali Ulvi Kurucu,1994’den beri senenin altı ayını Türkiye’de geçirmeye özen gösteriyordu. Üstad, yetişmekte olan imanlı nesli gördükçe; “Sizler benim gerçekleşen rüyalarım, kabul olunan dualarımsınız.” derdi.
Dostları
Son Şeyhul İslam Mustafa Sabri Efendi, Mehmed Akif Ersoy, Zahid Kevseri, Hasan el-Benna, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni
Hatıratından
“Mısır’da okuduğu yıllarda Şeyhu’l İslam Mustafa Sabri Efendi’den faydalanmak için haftada bir orada bulunan zevatla birlikte yanına giderdik. Bir gün akşam namazı kılmak için ben müezzinlik yaptım. Mustafa Sabri’ye uyarak akşam namazını eda ettik... geri döndü. “Evladım, biraz evvel kamet getirirken hangi makam ile okumuştunuz, biliyor musunuz?” Çekinerek: “Hüseynî olacak efendim.” dedim.
“... Evladım Hüseynî makamı tam bir Türk makamıdır. Hüseynî dinlerken insanın gözünün önüne Anadolumuzun viran bağları, mor dumanlı dağları, masum ve garip ovaları gelir.” der ve ağlar. Oradakiler de hep birlikte ağlaşırlar, vatandan ayrılığın hasretiyle.”(2)
Vefatı
Güzel bir ömrün arkasından civar-ı peygamberîdeki elli altı yıllık mesud bir yaşantının ardından 3 Şubat 2002’de “aşkıyla yandığı efendisiyle buluştuğu”; Peygamber şehri Medine’de Hakk’a yürüdü. Cennet-ül Baki’de sırlandı.
Allah rahmet eylesin.
Biz onu ve çevresini daha iyi tanımak için Hatıra kitabını tavsiye ediyoruz.
Kaynaklar:
Hayrettin Karaman /Kendi sitesi.
Akif Emre /Yeni Şafak'taki yazısı.
AHMET HUNLUOĞLU / İlkadım Dergisi./div>
<$BlogItemFeedLSubscribe to Post Comments [Atom]gItemCommegItemBackliass="comment-timestamp"> &lhttp://erenler.blogspot.com/8NHome$>